Sevgili okuyucu,
Geçtiğimiz hafta Kartalkaya’daki yangınla sarsılmıştık, bu hafta ülke gündemi karman çorman. Her gün uyandığımızda, etrafımızda biriken haberler, olaylar ve krizlerle başa çıkmaya çalışıyoruz. Bir yerlerden tutunma, inanma, devam etme gücü bulmaya çalışıyor, bazen de duvara tosluyoruz. Hayatta keyif aldığımız şeyleri yapmaya çalışırken vicdan azabı duymak ne kötü, değil mi? Ya da tüm bu yaşananlar benim ve sevdiklerimin başına gelebilirdi diye düşünmek? Bir de tabii “Tüm bunların içinde benim rolüm ne? Kendimi ve sevdiklerimi nasıl koruyabilirim?” soruları da cabası..
Tüm bunların üzerine bazen de yoğun bir paralize olma hali gelip buluyor bizi. Hiçbir şey yapmak istemiyor, sadece varlığımızı sürdürmeye devam ediyoruz. Bir tarafıyla en kötüsü de bu gibi geliyor bana. Bu kadar hayatta ve sağlıklı kalmaya çalıştığımız ve başka da hiçbir şey yapamadığımız bir düzende yaşamak.. “Survive” etmeye odaklanırken “thrive” etmeye fırsat bulamamamız bu yüzden. Derdimiz hayatta kalmakken biz daha fazla boy atmaya, yeşermeye, coşmaya nasıl enerji ve vakit ayırabiliriz ki?
Geçtiğimiz hafta bülteni yazmaya da göndermeye de elim gitmedi. Bu hafta da yukarıdaki düşünceler etrafında döndüm durdum. Haydi gelin, biraz bu konuya birlikte bakalım. Umarım daha keyifli günlerde, daha olağan konularla buluşabilirim sizinle. Ben de bunun hayalini kuruyorum.
Sevgilerimle,
Psikolog Dr. Gizem Sürenkök
Kaosun Ortasında Stres Tepkileri
Bu yaşadığımız ve maruz kaldığımız olaylar, hepimize ciddi bir stres yaşatıyor. Stres yaşadığımızda, beynimiz tehdidi algılıyor ve buna otomatik olarak yanıt veriyor. Bu yanıtlar, evrimsel olarak hayatta kalmamızı sağlamak için geliştirdiğimiz savaş, kaç ve don tepkileri arasından seçiliyor. Ancak, bu tepkiler her zaman tehditlere uygun şekilde çalışmıyor ve günlük hayatımızı zorlaştırabiliyor.
Savaş tepkisi, tehdit algılandığında harekete geçmeye hazır olduğumuz anlarda devreye giriyor. Genelde öfke, gerginlik, sesimizin yükselmesi gibi belirtilerle kendisini gösteriyor.
Kaç tepkisi, tehditten fiziksel ya da duygusal olarak uzaklaşmaya çalıştığımızda ortaya çıkıyor. Kimi zaman durumu görmezden gelmeye çalışıyoruz, kimi zaman “orada olmamayı” tercih ediyoruz, kimi zaman bizde kaygı uyandıran konular hakkında konuşmayı bile reddedebiliyoruz.
Don tepkisi, bizi tehdit karşısında tamamen hareketsiz ve paralize olmuş bir durumda bırakıyor. Bu tepkiyi verdiğimiz genelde zihinsel veya fiziksel olarak donup kalıyor, harekete geçemiyor ve düşüncelerimizi toparlayamıyoruz.
Özellikle büyük toplumsal yas süreçleri bizde don ya da kaç tepkisi oluşturabiliyor. Durumla başa çıkabilmenin daha sağlıklı veya işe yarar bir yöntemini bulamadığımız için ve çoğunlukla da stresin boyutu, duyduklarımız, öğrendiklerimiz bize çok fazla geldiği için zihnimiz kapanıveriyor. Neredeyse bir duygusal uyuşma hali içerisine giriyor, kendimizi bir şey hissedemez halde bulabiliyoruz. Bunları bu kadar detaylı yazma sebebim, eğer siz de böyle hissediyorsanız kendinizi yalnız hissetmeyin diye. Bu tepkiler çok anlaşılır ve çok insani.
Yine bu dönemler odaklanma sorunları yaşamak, öğrenmede güçlük çekmek, hatırlamakta zorlanmak ve duygularımızı yönetememek de oldukça sık rastlanan durumlar. Evet tabii ki, bazı pratiklerle (yürüyüş yapmak, nefes egzersizi yapmak gibi) biraz daha “az kötü hissetmek” mümkün ama sorun ve belirsizlik orada kalmaya devam ettiği sürece bu çözümler maalesef yüzeysel kalıyor. O yüzden size “sadece” bunları önermek içime sinmiyor ama bir miktar fayda sağlayabilecekleri için bahsetmeden de geçmek istemiyorum.
Toplumsal Yas Süreçlerinde Kendimize Sormamız Gereken Sorular
Bu bültende herkesin sürecine yeterince kapsayıcı bir şekilde değinebilmemin çok da kolay olmadığını fark ediyorum. Bu dönemlerde hepimizin tepkileri birbirinden farklı ve bu çok doğal. Yine de bu süreçte kendimizi daha iyi anlamamız, süreci daha iyi yönetmemiz için çok değerli. O yüzden size bunu daha iyi yapabilmeniz için bazı sorular hazırladım:
Şu anda yaşananların bende yarattığı en baskın duygu nedir? Keder, öfke, korku, çaresizlik… ya da tüm bunların bir karışımı mı?
Toplumda yaşanan bu olaylar bana kişisel olarak nasıl dokunuyor (ya da dokunuyor mu)?
Bu süreçte duygularımı ifade etmekte zorlanıyor muyum? Eğer öyleyse, bu zorlanmanın kaynağı ne olabilir?
Yaşanan olaylara verdiğim tepki, benim değerlerim hakkında neler söylüyor?
Bu acı olaylar karşısında birey olarak yapabileceklerim neler? Küçük bile olsa, bir katkım olabilir mi?
Toplumun bu süreçteki tepkileri beni nasıl etkiliyor? Kendi tepkimle uyuşuyor mu, yoksa çelişiyor mu? (bu sorunun ekstra önemli olduğunu düşünüyorum)
Bu süreçte sosyal medyada ya da haberlerde gördüklerim beni nasıl etkiliyor? Bir mola vermem ya da sınır koymam bana iyi gelir mi?
Şu anda yaşanan bu zorlukların bana ya da topluma uzun vadede öğretme potansiyeli olan bir şey var mı? (bu sorunun da ekstra önemli olduğunu düşünüyorum)
Bu süreçte dayanışma ve bağ hissini nerede bulabilirim?
Geçmişte toplumsal olarak yaşanan benzer bir olayın ardından nasıl toparlandığımızı hatırlayabilir miyim? Bu bana bir umut veriyor mu?
Bu kadar büyük olaylar yaşanırken kendime bakım yapmaya nasıl izin verebilirim
Şu anda dinlenmeye ya da bir nefes almaya ihtiyaç duyuyorsam, bunu sağlayabilmek için ne yapabilirim?
Bu süreçte başkalarına destek olabilecek ya da başkalarından destek alabilecek bir alan yaratabilir miyim?
Dayanışma içinde olduğumu hissettiren, bana güç veren toplumsal örnekler ya da hikâyeler var mı?
Bu kadar zor bir süreçte bile küçük mutluluklar ya da rahatlama anları yaratmanın insan olmanın bir parçası olduğunu kabul edebilir miyim?
Bu soruların kolay sorular olmadıklarının farkındayım. Ama her birini, bireysel duygularımızla toplumsal acılarımız arasında bir köprü kurmak yolunda önemli görüyorum.
Peki Ne Yapmalı?
Tutumlarımızı, davranışlarımızı ve kararlarımızı yönlendiren temel değerler eksik olduğunda, bu değerler ailemiz tarafından verilmediğinde ya da toplum tarafından eksiltildiğinde, temel hedefimiz para gibi, güç gibi dışsal faktörler haline geldiğinde her şeyi yapabilen korkunç varlıklara dönüşüyoruz.
Duyduğumuz haberler, topluca yaşadığımız bir değer silinmesine işaret ediyor. İyiyle kötüyü ayırt edemeyen, kendi çıkarı için hiçbir canlıyı göz etmeyen, yapabildiklerini yapabilmeye devam edeceğine dair bir kuşkusu olmayan insanlarla sarılı etrafımız. Bu insanların varlığı, sadece bireysel olarak değil, toplumsal olarak da bizi sarsıyor. Hepimizi birer “seyirci” haline getiriyor. Seyretmek bile yoruyor artık; çünkü gördüklerimiz, kaybettiğimiz değerleri her gün yüzümüze vuruyor.
Bir şekilde bu insanların arasında iyiliği savunmaya, temel değerlerimizi sağlam tutmaya ve en önemlisi çocuklarımıza bu değerleri aktarmaya devam etmek zorundayız. Başka türlü buradan çıkamayacağız.
Ancak bu süreçte sadece iyiliği savunmak yetmiyor; üretmeye de devam etmek zorundayız. Çünkü değerler yalnızca korunarak değil, eyleme geçirilerek, paylaşarak ve çoğaltılarak yaşıyor. İçinde bulunduğumuz bu kaotik dünyada, üretebildiğimiz her şey bir direniş aslında. Sanatla, bilimle, eğitimle, dayanışmayla… Ürettiğimiz her küçük şey, temel değerlerimizin somut birer yansıması oluyor.
Üretmek aynı zamanda ayakta kalmanın en güçlü yollarından birisi, öyle değil mi? İnsan olarak anlam arayışımız, en karanlık zamanlarda bile bizi harekete geçiriyor. Bir şeyler üretmek—bu bir fikir, bir iyilik hareketi, bir dayanışma mesajı ya da bir bağ kurma çabası olabilir—kendimize ve çevremize şu mesajı veriyor: “Buradayım. Hâlâ varım. İyiliğe inancım bitmedi.”
Ancak bu kolay bir yol değil. İyiliği savunmak ve değerleri canlı tutmak, sürekli hatırlamayı ve hatırlatmayı gerektiriyor. Aklıma zor zamanlarda, bireysel ve toplumsal olarak güçlü kalmanın birkaç temel dayanağı geliyor:
Bağ kurmaya devam etmek: Ailemizle, arkadaşlarımızla, topluluklarımızla dayanışmayı sürdürmek, bizi yalnız olmadığımıza ikna ediyor. Bu sayede değerlerimizi yaşatmanın yollarını bulabiliyoruz.
Küçük ama anlamlı eylemler: Büyük değişimler için gücümüz yetmiyormuş gibi hissetsek bile yaptığımız her küçük iyilik ya da katkı, değerlerimizi yeniden hatırlatıyor (benim için bu bülteni yazmak tam olarak böyle bir eylem mesela 💕).
Umudu kaybetmemek: Zor olsa da umudu beslemek, hem kendimiz hem de çevremiz için üretmeye devam etmemizi sağlıyor (belli ki benim hala umudum var 🌱).
Sonuç olarak, bu zorlukların ortasında değerlerimize tutunarak ayakta kalmak ve üretmeye devam etmek, insanlığın hem geçmişte hem de bugün varoluşunun temelini oluşturuyor. Bir şeyler yaratabilmek, hem bireysel hem de toplumsal olarak bu döngüyü kırmanın en güçlü yollarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Geleceğimize bırakabileceğimiz en önemli miras da bu aslında: İyiliği ve adaleti savunmak, üretmek ve paylaşarak hayatta kalmak.
İşte böyle sevgili okuyucu.. Yazabilir miyim acaba bu hafta derken bir de baktım bültenin sonundayım. Bu bültenin sana neler hissettirdiğini merak ediyorum. Bana her zaman sosyal medya üzerinden yazabilir ya da üşenmezsen (niyeyse artık insanlar email kullanmıyorlar) gizem@yakiniliskiler.com adresine mail atabilirsin. Konu önerilerini duymayı da her zaman isterim.
Herkese sakin, huzurlu ve serpilip büyüyebileceği bir hafta diliyorum.
Sevgilerimle,
Psikolog Dr. Gizem Sürenkök